22 Ağustos 2012 Çarşamba


Üzerimde şair kırılganlığı, 
Üzerimde uçmaya çalışan bir çocuk; 
Bisikletinden düşen bir çocuk 
Yıldızlı yerlere bakarak yürüyorum
Ve yıldızlara bastığımı gördüğümde
Yanlış yerde olduğumu anlıyorum 
Ağlıyorum, ağlıyorum...

Üzerimde şair kırılganlığı 
Ve karşıdan üç tekerlekli bisikletiyle gelen
Bir çocuk kırılganlığı...

Rüya Perisi

21 Ağustos 2012 Salı

Sürüsüne Katılan Guguk Kuşu


Dudaklarımı kemiriyorum en düzensiz halimle yazdıklarımı düzenlemeye çalışırken. "Düzen..." diye mırıldanıyorum, "hiç ihtiyacım yok düzene. Düzene gelemem ben.". Bir kuş konuyor penceremin önüne "uuuğğgg uğğgggk" diyor. Gri bir kuş, kumru, guguk kuşu. Ne denirse işte. Seviniyorum; ziyaretçim var! Gözleri şefkat ararmış gibi bakınıyor bana. Gözlerimin içine bakıyor adeta. Başka bir kuş olsa beni görür görmez kaçardı, kıpırdadığım anda uçardı göğe doğru. Bu kaçmıyor; kıpırdanıyorum sürekli, onun şefkat aradığından emin olmak istercesine. O anda göz bebeklerine bakıyorum ve o anda o kuşla artık bir bağımız oluyor. Söylediklerini, düşündüklerini duyabiliyorum artık. O da benim gibi. Düzene girmediği için yalnız kalmış. Yalnızlığından şimdilik mutlu, geleceğini bilmiyor ve önemsemiyor da zaten; benim gibi. "Hoşgeldin." diyorum gülümseyerek. "Hoşgeldin düzensiz pencereme." Pencerelerim evdeki pencereler gibi değil, onları sürekli temizliyorum. Çocukluğumdan beri buğulanan, kirlenen camları elimle silmeyi huy edinmişim. Hem temizlemezsem yazacaklarım kalmaz, kelimelerim görünmezleşir. Durduğum yerin tam karşısına, pencerenin diğer kenarına doğru yavaşça ilerliyorum, bu kez kaçmasından korkarak. Parmak uçlarımda gidiyorum kitaplığıma. Kuşlarla ilgili bir şiir arıyorum kitaplığımda hızlıca. Kitaplarım tozlanmış. "Bunları temizlemeli." diyorum, "...daha çok okumalı.". Hafızamı zorluyorum; "Kuşlar... kuşlar... güvercinler... Hah! Cemal Süreya da çok sever kuşları." Sepya kapaklı kitabı alıyorum elime, karıştırıyorum. "Uğğgg, uğğggg!". "Tamam, bekle birazcık daha, geliyorum şimdi. Hem bak, beklediğine değecek. Bu güzel adam bir kuştu, bir güvercin!" Kıpırdanıyor yerinden, sürüsü gidiyor mu yoksa? Göğe doğru bakıyor, bana dönüyor. Acele et, dermiş gibi gözlerimin içine yalvararak bakıyor. "Atlı kovalamıyor ya!" diyorum, "Bekle biraz." Ama kızıyor bana, arkasını dönüp uzaklaşıyor. Elimde eski ve tozlu sepya bir kitapla başbaşa kalıyorum. Pencereye uzanıyorum, camdan kafamı çıkarıp gökyüzüne bakıyorum. Bir kuş sürüsü geçiyor, kuşları uzaktan baktığımda hala ayırt edemiyorum. Bu bir güvercin sürüsü mü? Sürüden bir kuş ayrılarak aşağıya doğru geliyor.  O mu acaba? İçimden sesleniyorum: "Guguk musun sen? Bana mı geliyorsun?" Pike yapıyor, ufak bir gösteri yapıyor benim için. Selamını çakıyor güzelce. Ve sürüsüne katılıyor. Bana ne mesajı vermek istediğini düşünüyorum pencerenin dibindeki çalışma masamın dönen sandalyesine kötü bir haber almış gibi, pat diye oturduğumda. Düzensiz dünyamı düzenlemeye devam ediyorum sonra. Düzensiz dünyama düzen verip sürüye katılmayı düşünüyorum. Aklımdan binlerce kelime geçiyor, bunların arasında en çok seçilenleri 'sürü' ve 'kurt' oluyor. Bir de 'düzen' tabii ki. Yazdığım yazıya dönüyorum, kalemi elimden almamla sertçe bırakmam bir oluyor. "Öylece kalsın" diyorum, "...nasılsa öyle...!"

Rüya Perisi

   Sıkıcı bir günün sıkılgan cümleleri gibi dolanıyordu ayaklarını sürüye sürüye evin içinde. Sanki ayakları vücudunu taşıyamıyormuş veyahut sanki herkesin vücudunu ayakları taşırmış da onun vücudu kahrolası ağır ayaklarını taşıyormuş gibi. Sanki vücudunun içindeki ruhu bin ton ağırlığındaymış da sırtı onu taşımak zorundaymış gibi...
   Mutfağa gidiyor, bir bardak su içip geri geliyordu sık sık. Su içmeden geçirdiği bir saat nefesinin daralmasına sebep oluyordu. Birkaç gündür fazlasıyla sıcaktı ve o zaten kışın ortasında bile sürekli su içerdi. Mutfağa gidip geldikçe açık pencereden karşı apartmandaki evlerin sesleri geliyordu kulağına belli belirsiz. Öğleden sonra uyandığında ilk suyunu içmek için mutfağa gidince güzel bir şarkı duydu örneğin. Mutlu biri var diye düşündü; mutlu bir erkeğin dinleyeceği türden bir şarkıydı bu. Dinleyen kişiyi kısaca hayal etti, yaşadıkları için kafasında birkaç saniyelik bir senaryo kurdu. Suyunu içti, gözlerini kapattı, tuhaf bir dinginlikle gülümsedi. Sonra oturma odasına geçip her sabah yaptığı gibi oturdu ve bilgisayarını açtı. Asla farklı bir yere oturmazdı evin içinde. Hep aynı koltuk, hep aynı şekil... Hayatı o kadar alışılmıştı ki. Sık sık mutfağa gidiyor, bir bardak su içip geri geliyor ve yerine oturuyordu. 
   Yine mutfağa gitti ve çatal bıçak sesleri duydu akşam yemeği vaktinde açık pencereden. Karşı apartman çok fazla yakındı; bir çeşit apartman boşluğuydu mutfağın penceresinin baktığı yer. Çoğunluk için veya normal insanlar için akşam yemeği vaktiydi demek. Yine o her zaman düştüğü simsiyah boşluğa düşeceğini hissetti. Hiç normal olmamıştı, uzun zamandır hiç bu saatlerde akşam yemeği yememişti. Aslında arada bir normalliğe özlem duyduğunu zannetse de normal olmayı hiç sevmiyordu; sevemezdi de...
  Gelip tekrar yerine oturduğunda önündeki dizüstü bilgisayarın kapağını hışımla kapattı. Kendine ait eşyalarını hiç önemsemezdi, ne kadar pahalı ya da ne kadar mühim oldukları umurunda bile değildi. Şimdi gözleri karşısındaki duvarda asılı olan mutluluk tablosuna takıldı. Çok sahte geldi bir anda gözüne; ya da ulaşılmaz. "Kedi uzanamadığı ciğere mundar dermiş." diye mırıldandı ve acı acı güldü. Düşünüyordu şimdi, bir çok yeteneği vardı, etrafında onu sevenler ya da seviyor görünenler çok fazlaydı. Bir yerde hata olmalıydı, muhtemelen o hata tamamen kendisindeydi. Hayalini kurduğu hiçbir şey için parmağını bile kıpırdatmayan o idi. Binbir heves ile başladığı birçok şeyi bitirmemişti. Bu dünyaya geliş amacının yalnızca bu dünyaya güzel şeyler katmak olduğuna inanıyordu. Ve kendine de güzel şeyler katmak... Para, mal, mülk, eşya, ihtiras... Hayır hayır, bunların hiçbirini kesinlikle istememişti hiç. Belki de hata tam da buradaydı, istemeli miydi yoksa bunları? Normal insanların -çoğunluk- istedikleri ve çoğunlukla da elde ettikleri şeyler bunlardı. İnsan ne isterse karşısında tam da onu buluyordu. Kendine ait bir şeyi olsun istemedi hiç. Birkaç isteği vardı, fakat o isteklerin içerisinde bile sanki kendisi yoktu. Bu dünyadan ayrılmaya karar verdiğinde bir hiç olarak tamamlanmış olmaktan başka bir şey istemiyordu. Fazlalaşmamalı, eksilmeliydi her seviyede. Kendine şimdiye kadar kattıkları onu eksiltmeye başlamıştı bile. Onun açısından her şey gayet güzeldi aslında bu yönden bakılınca. Fakat normal olmayan insanlara ne yazık ki bu dünyada yer yoktu. Eşleri, dostları, sevdikleri olmazdı; olsa da ona hak veren bir kişi bile bulamazdı etrafında böyle insanlar. Hep haksız olurdu, hep saçma, hep 'zeki ama aklını kullanamayan' bir aptal! Uğraştığı şeyler, düşündüğü ve hatta dilediği her şey aptallığının kanıtları olarak görülürdü. Yaşamayı bilmezdi onlar. 
   "Dünyadaki insanlara bak, herkes bir şeyler yapıyor; işe yarar şeyler. Ya sen? Böyle oturacak mısın hep? Sana hiçbir şey kazandırmayacak, saçma sapan işlerle mi uğraşacaksın hep böyle?"  Bu cümleler aklına kazınmış olurdu böyle insanların. Çünkü neredeyse her gün hemen hemen aynı cümleleri aynı ya da farklı insanlardan -normal insanlar- duyardı.
Bütün bunları düşünürken içinde diğer insanlara karşı kesinlikle öfke hissetmiyordu. Onların anormal olma seçenekleri yoktu çünkü. Belki de haklıydılar. Belki de dünya yalnızca kullanmak için vardı, ama ya sonra?
   Bütün hataları normal dediği ve onların normallikleriyle kendince acıyıp dalga geçtiği insanlara yıkmanın da kendini aklama, vicdanını hafifletme tekniği olduğunu çok iyi biliyordu. Kendine karşı düzenbazlıktı bu ve şimdi, tam şu an kendine samimi olmalıydı. Eğer gerçekten bir zamanlar o çok övündüğü, sevdiklerinin de aklını kullanamadığı için var edemediği zekasını harekete geçirseydi birçok şey elde etmiş ya da dünyaya armağan etmiş olabilirdi. Artık korkmaya başlamıştı kendinden. Bu yaşa gelmiş ve hala bir tek şey var etmemişti. Korkuyordu, belki yakında ölecekti, ölmeden önce yapmayı planladığı hiçbir şeyi yapamamıştı henüz. Kimseye kızmıyordu, kimseye kırılmıyordu; oysa eskiden çok kırılgandı ve çok kırıla kırıla kırılmaması gerektiğini anlamıştı. Aleyhinde arkasından, yüzüne karşı konuşan o kadar çok insan vardı ki eskiden beri; artık yüzsüzmüş gibi karşılıyordu söylenenleri. Hiçbir şey hissetmiyordu duyduklarının karşısında. Kimseye kızmıyor ve kırılmıyordu, kendisi haricinde. Kendine duyduğu kızgınlık, suçluluk, pişmanlık, acıma duyguları birbirine karışıyordu artık böyle zamanlarda. Niçin hala hareket etmiyordu ve boğazında biriken bu zifiri tükürmüyordu hala?   İnsanlara kırılıp ağlayarak "Siz yanlışsınız, siz hatalısınız, siz normalseniz ben değilim!" diye haykırdığı dönemler geride kalmıştı. Belki hala yapabilseydi içindeki o zehir zemberek zifir yumrusunu çoktan atmıştı. 
   Yutkundu. O yumru yutkununca daha derinlere indi. Yine kendine acımıştı. Gözlerinin dolmasına izin vermemek için piyanosunun başına geçti ve tuşlara adeta sever gibi dokunmaya başladı. Tam o anda hayatı gözünün önüne geldi. Yapmak istedikleri, yaptıkları ve yapamadıklarıyla... Başlayıp bitiremedikleriyle... Tuşlara şimdi daha hızlı ve eziyet edercesine basıyordu. Sanki tuşların yerinde kendisi vardı ve tuşları değil kendini harekete geçirmek istiyordu artık. Gözlerini kapattı, kendini hızlıca bir ormanda koşarken hayal etti. Kimse kovalamıyordu onu, o hayatı kovalıyordu. Şimdi bir caddedeydi, araçsız ve tek yöne giden yayaların tam karşısından onları yararak geçiyordu. Durdu aniden, kulağındaki müzik sustu, açmadı gözlerini ve caddenin üzerinde yayaların gittiği yönün tersinde durdu. Onlar acele ediyordu, bir yerlere yetişmeliydiler. Ama o durdu öylece, tam ortada. Sonra yavaş yavaş tuşlara dokunmaya başladı yeniden, okşar gibi; bir babanın küçük kızına duyduğu sevgi gibi o da hayata öyle bir sevgi duyuyordu tam şu an, burada; ya da caddede. Nerde hissediyorsa orada ve o an. An denen sonsuz zamana minnetini gösteriyordu. Yürüyordu şimdi, yavaş, yavaş, daha da yavaş... Gözlerini caddede kapattı, dönmeye başladı. Kafasını evin tavanına dikmiş minnet ve anne sevgisi hisleri içinde öylece duruyordu. Bu besteye bir son yazmak lazımdı artık. 
    Mutfağa gitti, bir bardak buz gibi suyu buzdolabından çıkarıp bardağına doldurdu. Pencereye yaklaştı, perdeyi sanki birini yakalayacakmış gibi şak diye açtı ve karşı apartmandan gelen sesleri dinledi. Bir genç kız ışığı kapalı odanın camında bir yandan telefonda sevdiğiyle konuşuyor, bir yandan gizli gizli sigara içiyor ve bir yandan da sütsüz, az şekerli kahvesini karıştırıyordu. Ya da tamamen öyleydi.

Rüya Perisi

16 Ağustos 2012 Perşembe

İliklerime kadar ilkyaz


Yaşlı çınar ağacının arkasından olup bitenleri izliyordu öylece. Ağacın yaşlı olması ona güzel bir fırsat sağlamıştı; görünmek istemiyordu. Kız mutluluk içinde yürürken ağaçların yapraklarına, çokça gökyüzüne ve arada parkın orta yerindeki havuzun içinde yüzmekte olan ördeklere bakıyordu. Onu gören biri rahatlıkla mutluluğunu yüzünden okuyabilirdi. Sırıtık bir tebessümle adeta içinde bulunduğu doğa ile arkadaşlık ediyordu. Ördekler onun yedi cüceleriydi sanki. Ve ağaçlar konuşuyordu onunla. Durup bir an düşündü "Eğer ağaçlar konuşuyor olsaydı beni çoktan farkederdi." diye mırıldandı. Tam o an arkasından omzuna dokunan bir el hissetti. Döndü, Ömer'di bu elin sahibi. "Yine mi?" dedi ve güldü Ömer. "Gelsene, şu masaya oturalım.", parmağıyla kendi gerisindeki masayı gösterdi. Yüzünü buruşturarak gidip Ömer'le masaya oturdu. Ömer "Ne buluyorsun bu kızda? Dahası maden kızı bu kadar zamandır izliyorsun, niçin gidip konuşmadın hiç?" dedi. Kızardı. Utandı. "Sanane be!" dedi bir anlık hırçınlıkla. Ömer gibi kendisi de biliyordu ki bu kızgınlığı aslında kendisineydi; Ömer haklıydı. Haftalardır her pazar kızın buraya geliş saatini kendi geliş saatine denk getiriyor, fakat kızın önüne bile çıkmıyordu. Kız belki de onu hiç görmemişti. Madem onda farklı bir şeyler görüyor ve hoşlandığını düşünüyordu, niçin kıza görünmüyordu bir şekilde? Neden çekiniyordu? Kıza artık iyiden iyiye aşık olmaya başlamıştı bile. Ancak bunu kendine itiraf edemese de arkadaşı Ömer sık sık yüzüne vuruyordu. Masanın baktığı yerde onun saklandığı yaşlı çınar ağacının oluşu sebebiyle ismini bile bilmediği bu kızı izlemek için sandalyesini şöyle bir geriye atıp kafasını sola doğru eğdi. Kız şimdi havuzun kenarındaki bankta oturup kitap okuyordu.
...

Parka gelirken yol üstündeki kitapçıdan henüz bugün aldığı en sevdiği şairin şiir kitabını okurken kafasını bir türlü toplayamıyor, okuduğu şeye odaklanamıyordu. Her Pazar buraya gelirdi onun için. Fakat bir türlü bakmıyordu ona. Bir türlü yanaşmıyordu. Üstelik ilk geldiği gün ikisinin de birbirinden etkilendiğini düşünmüştü. Ondan sonra her Pazar buraya gelmeye başlamıştı; onun burada olduğu saatlere denk getirirdi. Biraz düşünceli bir çocuktu, sanki karamsardı. Sanki dünyanın tüm yükü onun üzerindeydi. Onun da ilgisini çeken buydu. İlk karşılaştıkları gün gözleri buluşmuş, sonra karşısındaki çocuk utangaçlıkla kafasını yere eğmiş, sonra onun bakmadığını sanarak yeniden bakmıştı. Yanında esmer, uzun boylu bir arkadaşı vardı. Yürüyüş yapıyorlardı birlikte. O da yürüyüş yapıyordu; her karşı karşıya geldiklerinde gözlerinin buluşması ona, onun da etkilendiğini hissettirmişti. Fakat haftalardır hiç bakmıyordu. Geliyor, dolaşıyor ve kızı görünce kaçar gibi bir yerlere saklanıp oturuyordu. "Benden hoşlanmadı mı acaba? Ya da hiç ilgisini çekmedim mi?" diye mırıldanırken yakaladı kendini. Utandı kendi kendine. Kafasını eğip yeniden elindeki kitaba baktı. Bu kez dikkatini toplamıştı. Bu şiiri çok seviyordu. Aklına cesaret isteyen bir fikir geldi. Bugün o çocuğu takip edecek, sonra da bu şiirin bulunduğu sayfayı koparıp bir şekilde ona ulaştıracaktı. Bu şiir masum hisleri anlatan bir şiirdi. Çok hoştu ve tam da onların durumuna göreydi. Yani eğer çocuk ilgileniyorsa böyleydi. 
Bunları düşünürken parka bir akordeoncu geldi. Akordeon sesini çok severdi. Çantasından cüzdanını çıkarıp parmaklarıyla bozuk para arandı. Birkaç kuruş buldu ve akordeoncu bankın önüne geldiğinde verdi. Sanatçı başını eğerek teşekkür etti ve yeni, güzel ve daha mutlu bir şarkı çalmaya başladı. Sokak sanatçılarını severdi. Akordeon sesi de mutluluk getirirdi ona. Akordeon çalan sokak sanatçısı şarkı bittiğinde eğilerek "İstediğiniz bir parça var mı?" diye sordu. Kız düşündü ve en sevdiği filmin müziği olan şarkıyı istedi. Şimdi cüzdanından birkaç bozukluk daha çıkardı adama vermek için. Adam kafasını "Almam!" manasında sallayınca kız şaşırdı. 

...

Akordeon çalan adam kıza niçin bu kadar yakındı? Akordeon sesini demek o da çok seviyordu... Ömer de artık sussa, diye düşündü. Döndü "Şarkıyı dinliyorum!" dedi. Ömer güldü. "Şarkıyı mı dinliyorsun yoksa aşkı mı...?" dedi. Ömere ters ters baktı ve yine kafasını eğerek kıza baktı. Kız adama para verecekken adamın istemeyişi onu kızdırmıştı. Kıza asılmaya mı çalışıyordu bu adam? On dakikadır başındaydı kızın, yeterdi bu kadarı. Ama şimdi çalmaya başladığı şarkı çok güzeldi. Bu şarkıyı bir yerlerden hatırlıyordu. Ömere'e döndü "Bu hangi şarkıydı?" Ömer "Hatırlamıyor musun? En sevdiğin yeşilçam filminin şarkısı. Sürekli mırıldanırsın ya!" dedi alaya alarak. Aklına gelmişti. Sanki kafasının içinde ışık yanmış gibi gözleri parladı "Aşk şarkısı filmi!" dedi. Sesi biraz yüksek çıkmıştı. Utandı. Kız ona dönmüş bakıyordu. Rezil oldum, diye düşünürken tam; kız ona gülümsedi. Sıcacıktı. Ne yapacağını bilemedi. Kafasını öne eğdi.

...

Akordeon çalan adam fısıltıyla "Bugün git konuş, anladığım kadarıyla o utangaç biri. Sen atmalısın ilk adımı. Yoksa pişmanlık ikinizin de uzunca süre içinizi kemirir." dedi. Nasıl anlamıştı? Elindeki şiir kitabından olabilir miydi? Sonra devam etti adam "Benim çok büyük bir pişmanlığım var. Bu parkta doğdu o pişmanlık. Ben utangaç taraftaydım. O da hiç konuşmadı benimle... Çok iyi bir şairdir. Açık olan sayfadaki şiir benim de favorim. İyi şanslar sana!" dedi. Gülümsedi ve akordeonu çalarak parkta yürümeye devam etti. 
Şaşkınlık içerisinde adamın arkasından bakıyordu. Gözlerini alamadı bir süre. Ardından istemsizce arka tarafındaki masalarda oturan çocuğa yeniden baktı. Çocuk şimdi çok mutlu görünüyordu. Hafif kızarmıştı yüzü, az önce yüksek sesle bağırdığı içindi galiba. Baktığında bir ton daha kızardı sanki. Başını yine önüne eğdi. Arkadaşı hiç susmuyordu sanki. Ne zaman onlara baksa sürekli o konuşuyordu. 
Bugün konuşacaktı. Kesin konuşmalıydı. Akordeon çalan adam kesinlikle haklıydı, pişman olmak istemiyordu. Kaç haftadır her Pazar buraya gelişleri boşuna değildi; boşuna olmamalıydı. Bir şekilde bir yolunu bulup karşılaşmalıydı onunla.

...

Ömer artık dayanamadı. Kızgın bir öğretmen ifadesiyle parmağını sallayarak "Bugün gidip o kızla konuşacaksın! Yeter artık. Pişman mı olmak istiyorsun yoksa? Ne kadar utangaçlık bu böyle? Haftalardır kızı izlediğine göre kesin aşık oldun. Hayır, bir hafta kız gelmezse o zaman ne yapacaksın bakalım? Bence kız da senin için geliyor buraya. Kör müsün? Haftaya Pazar kızı göremezsen aşık değil olsan olsan alık olursun sen! Şapşal! Utangaçlığı bırak artık. Kız sana bakıyor işte, görmüyor musun? Aşkını kalbine mi gömeceksin arabeskler gibi? İyice saçmaladın artık sen!" 
Bunu hiç beklemiyordu Ömer'den açıkçası. Çok şaşırmıştı. Gözleri faltaşı gibi açıldı, hiçbir şey diyemedi. Ömer sakinleşti biraz sonra; normal bir ses tonuyla "Ne diyorsun, konuşacak mısın bugün? İstersen karşılaşmanızda yardım ederim. Gel, yürüyelim biraz."
Kalktılar ve yürümeye başladılar. 

...

Yine derin düşüncelere dalmışken bir anda içinden oturduğu banktan kalkmak geldi. Havuza doğru yürüdü. İlk geldiği zamanki mutluluk yoktu sanki içinde. Hareketleri yavaşlamıştı. Heyecan ve endişe vardı ve korkuyordu. Havuzun etrafında yürümeye başladı. Gözleri oturdukları masaya doğru kaydı. Kalkmış, havuza doğru geliyorlardı. Yoksa?... Neyse, beklentiye girmemeliydi. Kitabını çantasına sıkıştırmaya çalışırken ellerinin titrediğini farketti. Kafasını kaldırıp yeniden geldikleri tarafa doğru baktı. Karşıdan elinde yavru beyaz bir köpekle gelen kadına gülümsedi. Köpek ona doğru geliyordu. "Ah, ne kadar tatlısın sen öyle!" dedi ve eğilip köpeği sevmeye başladı. "Sizi sevdi." dedi kadın. "Herkese yanaşmaz böyle. Henüz üç aylık. O yüzden insanlardan korkuyor." güldü. O da gülümsedi. "Sevindim." dedi. Tam o sırada köpek kızın aksine doğru gitmeye başladı, sol tarafına. İki insanın ayakları vardı orda. Başını kaldırdı; oydu, o! Köpek ona yanaşmıştı. O da eğildi ve köğeği sevmeye başladı. Oynuyorlardı. Ani bir hareketle ayağa kalktı, biraz utanmış bir şekilde gülümsedi. Kadın "Ah! Demek ki bugün açılma günü. Kimseye yanaşmıyordu. Şaşkınım şu anda! " deyip bir kahkaha patlattı. Arkadaşıyla birbirlerine baktılar. Kadının ne demeye çalıştığını anlamamışlardı. O an ağzını açıp onlara açıklama yapmak geçti aklından, sonra vazgeçti. O sırada onun yanındaki esmer, uzun boylu arkadaşı "Kimleri yakınlaştıracağını biliyor." dedi. O zaman anlamıştı çocuğun ondan da etkilendiğini. Kızardı, şapşallaştı. Hareketlerini, mimiklerini kontrol edemediğini düşündü. Köpek giderken kadın "İyi günler!" dedi onlara. Her ikisinin de sırayla gözlerine bakıp muzipçe gülümsedi. Bu kez gözleri birbirinden ayrılmadı hiç. Sanki o an yıllar geçirmişlerdi birbirlerinin gözlerinde. 

...

Akşam evlerinin bahçesinde çimlerin üzerine uzanmış gökyüzünü izlerken onun ne kadar tatlı olduğunu düşünüyordu. Ömer haklıydı, aşıktı ona. Uzun hikayelerin olduğu defterine yazdığı o anları düşünüyordu şimdi. Şiirlerden konuşmuşlardı. Ağaçlardan, yıldızlardan... Aşk böyle bir şeydi demek! Aşk ne güzeldi. Akordeon sesinin ikisini de ne kadar mutlu ettiğinden, Aşk şarkısı filminin ikisinin de en sevdiği film olduğundan bahsederken şaşkınlıkla ve aşkla birbirlerinin gözünün içine bakıyorlardı. "Bu gece yıldızları izleyeceğim." demişlerdi aynı anda. Aynı anda! Şu an hangi yıldıza bakıyordu acaba? Ah, bu arada ismi ne kadar da güzeldi. Yağmur! Ne de güzel söylüyordu ismini. "Can.." derken içini titretiyordu. Ne güzel sesi vardı. Gözleri ne güzeldi. Şu an kurduğu hayaller bütün ömrüne bedeldi sanki. Birlikte okudukları şiirin mısrası gibi;

"Ah aşkın ilk hali,
 İliklerime kadar ilkyaz gibisin."

Rüya Perisi

5 Ağustos 2012 Pazar

Tanrım...



Tanrım,
Birkaç fikir var aklımda, gel birlikte çalışalım!
Ah, sen bunu ne zamandır söylersin bana değil mi?
Birkaç fikir var aklımda, sen gel bana.
Fikirler senden, yaratımlar da senden; sen yalnızca bana gel!
Önce şuraları bir toplamak lazım, ağır misafir var.
Şuraları süpürmek, şuraları silmek
En diplerin tozunu almalı.
Hadi Tanrım, temizlik bitmez ki; sen gel bana. 

Kağıt helvalar yapalım birlikte, 
sokakta kağıt helva satan çocuklara dağıtalım.
Satmasınlar artık, oturup yesinler
Küçücük elleriyle... 

Şu yemyeşil dünyanın üzerindeki tüm beyaz ışıkları kaldıralım,
Dolunayın sanrısı denizi okşasın böylece
Ve yıldızlara paralel yapalım dünyayı! 

Saatler yapalım seninle tanrım,
Kimsenin saat olduğu için bakmadığı saatler,
İçlerinden kuşlar çıkan.
Çocukların sevdiği saatler
Çocukların seni yalnız bunun için bile seveybileceği...

Tanrım, tüm bunlara karşılık senden bir şey rica edeceğim. 
Bana bir gramafon ver, öyle büyük bir gramafon ki
Dünyanın tam merkezine koyup onu,
Herkese mutlu sesler götüreyim senden.
Senin sesini bilmiyorlar tanrım,
Hergün duydukları sesin, senin olduğunu bilmiyorlar.
İzin ver,
İzin ver de onlara göstereyim.

Çok bulutlu bir yaz günü ver bana,
Tanrım, çok bulutlu ve çıplak
Çıplak işte, samimi olacak.
Yeşillerin üzerine bulutlar konacak!
Kargalar surat asarken, saatlerin içinden çıkan kuşlar şakıyacak.

Çocuklar ve kuşlar veyahut
Az ışık çok dost! 

Tanrım, zırvalıklarımı dinlediğin için teşekkür ederim.

Rüya Perisi

13 Temmuz 2012 Cuma

Esma Abla

   Bir şarkıyı üstüste beş kez dinlediğimi farkedip gözlerimi açtığımda yanımdaki uzun ayaklı kitap sehpamın üzerindeki çayım soğumuştu. Oturduğum kahverengi kadife tekli köşe koltuğum sanki rahatsız olmuş gibiydi. Cehennem gibi bir sıcak vardı tüm gün, ve o anda rüzgarın estiğini bile anlayamamıştım. Kafamı pencereye çevirdiğimde yapraklar sanki dinlediğim müziği tekrar tekrar mırıldanıyorlardı. Koltuktan kalktım ve yüzümü yıkamaya gittim. Aynaya baktığımda gözlerim bana "Dışarı çık!" diyorlardı sanki. Ayağıma kolayca giyilen düz beyaz ayakkabılarımı giyip çıktım; çıkmasına çıktım da, nereye gidecektim bilmiyordum. Sağa sola baktım kapının önünde. Tekrar sağa baktım ve yokuş aşağı yürümeye başladım. Kalbimi izleyecektim. Onun hoşuna hangi yol, hangi yön giderse oraya...
   Girmediğim, hiç bilmediğim sokaklar vardı mahallenin aşağısında, o sokakları yaşamak istedim. Yokuşun aşağısına indiğimde ilk sağdaki sokağa girdim. Sokağın sağında ve solunda çirkin binalar vardı; bakımsız ve çiçeksizlerdi. Balkonlarından sarkan çamaşırların renkleri soluktu. Üzüldüm, içimi bir an önce ordan kaçma isteği kapladı. Böyle böyle birkaç sokak daha gezdim. Sokakların isimlerini aklıma kazıdım. Bazı sokakların binaları ilk girdiğim sokağa göre daha güzeldi; bazılarınınki daha bakımsız fakat çiçekli. Anladım ki çiçekler güzelleştiriyorlardı çelimsiz sokakları. Ne kadar yürüdüğümü hatırlamıyorum ama güneş batıya doğru yavaş yavaş kayıyordu. Ayaklarım artık beni taşımak istemiyor gibiydi. Hoş, beni ben de taşımak istemiyordum ya artık... Tam da ayaklarımın isyan ettiği bir anda bir sokağa girdim. Sanki bu sokak masallardan çıkmıştı, gerçek olamazdı. Ya da olsa olsa rüya görüyordum. Balkonlarda asılı olan çamaşırlar bile gözüme o kadar güzel gelmişti ki... Sokağın ismi bile çok hoştu: "Leylak Sokak". Sokakta tatlı bir koku hakimdi. Bütün kapı önlerinde sardunyalar, balkon demirlerinden sarkan rengarenk çiçekler vardı. İleride bir evin kapısı açıktı, hoşlanmadığım halde evin bahçesine doğru kafamı çevirdim. İki tane kadın, masa örtüsü papatyalı yuvarlak bir masada oturuyor, çay içiyorlardı. Benim baktığım yöne baktıkları için görüp gülümsediler. Mutluydum ya, "Afiyet olsun!" dedim en içten samimiyetimin izi olan gülümsememle. Kadınlardan biri "Sağol canım, gel birlikte olsun. Çay içer misin? Bak birazdan limonata getireceğim dolaptan." O an içim kıpır kıpır oldu, hem limonatadan, hem çaydan; ama en çok da kadınların tatlılığından, samimiyetinden. "Teşekkür ederim, çok teşekkürler..." gibi bir şeyler mırıldanıp başımı hayır, rahatsız ederim, manasında salladım. Diğer kadın ayağa kalktı, "İşiniz yoksa gelin, sohbet ediyorduk. Hiç rahatsız etmezsiniz, biz gençlerle sohbet etmeyi çok severiz." dedi. Bahçeye doğru göz gezdirdim, çok güzeldi. Çok zevkli insanlar ancak bu kadar kısıtlı bir alanı böylesine cennet bahçesine çevirebilirlerdi. Kadını daha fazla ayakta bekletmek istemiyordum. "Peki, çok teşekkür ederim." dedim. Girdim, masaya buyur ettiler beni. "Bir şey içmeyeceğim, çok teşekkür ederim, rahatsız olmayın." dedim evin sahibi diye düşündüğüm kadın ayağa kalkmaya yeltenirken. "Aa, olur mu hiç, hem ben limonata getireceğim zaten masaya; kendimiz için de. Soğumuştur artık değil mi?" diye sorarken diğer kadına baktı. Mutfağa giderken diğer kadın da "Nerde oturuyorsunuz kızım?" diye sordu. "Bir iki mahalle yukarıdayım. Bugün canım biraz yürüyüş yapmak istedi, bilmiyorum da buraları pek. Sokağınızı görünce hayran kaldım. Aslında hiç bu kadar meraklı değilimdir ama sizin bahçeden içeri bakarken bu sokaktaki güzel insanlar kimler acaba, diyerek merakla baktım doğrusu. Kusuruma bakmayın."
   Biz bir iki kelam ettikten sonra elinde kristal bir sürahinin içinde görünen buz gibi limonatayla ev sahibesi geldi. Limonatayı bardaklara doldurmasına yardımcı oldum. Konuştuğum kadın buraya geliş nedenimi ev sahibine kısaca özetledikten sonra gülerek "Sokağımızı çok beğenmiş." dedi. Diğeri gülümsedi "Ah kızım, ah! Eskiden çok daha güzeldi, güzeldik. Bir sokağı, bir mahalleyi güzel yapan komşuluktan başka bir şey değildir. Yavaş yavaş hepsi ölüyor işte güzelliklerin. Önce bizim alt sokaktaki komşularımız dağıldı, sonra arka sokak, en son bizim sokak işte. Bizim eskiden toplantılarımız olurdu. Bu mahalle çok eski; televizyonun daha yeni yeni yaygınlaşmaya başladığı yıllarda televizyonu olan evde TRT'nin yayın saatlerinde toplanır dizi izlerdik. Haftada bir kez kitap okuma toplantılarımız olurdu mahallenin kadınlarıyla; bir gün yine birimizin evinde ailecek kahve içilmeye gidilirdi. Yine haftanın bir günü sohbetlerimiz olurdu. Bu sokaktan çok güzel insanlar geçti. Bizim bir Esma ablamız vardı tam şu karşıdaki taş evde oturan, o bize hep örnek oldu. Gözümüze güzellikleri bir bir soktu. Kendi kapısının önünü süpürürdü her gün, süpürürken yan evlerin, hatta bizim evin bile önünü süpürürdü. Bizim bu bahçe var ya, işte onun eseri. Esma abla bizim içimizde çiçekler açtırdı." Kısık sesle devam etti: "Bu sokakta eskiden evlerin içinde bile ses yükselmezdi. Kavga, gürültü olmazdı. Sohbetlerimizde kendimizi, sokağımızı nasıl daha da güzelleştirebiliriz diye konuşurduk hep. Kendi içimizi güzelleştirmekten geçtiğini anladık tüm güzelliklere varan yolun. Kendimizi temizledik, çiçekler ektik kalplerimize; sonra evimizi, ailemizi; sokağa kadar yansıdı işte!" 

   Kadın konuşurken bambaşka bir dünyaya gitmiştim. Farklı bir boyuttaydım. Ne kadar tatlı anlatıyordu öyle! Esma abla'yı merak etmiştim: "Şimdi nerede peki Esma ablanız?" İki kadın aynı anda elleriyle bulutları gösterdi. Esma abla kendine düşen rolü oynamış ve gitmişti. Güzellik tohumları ekmişti insanların kalplerine. İzi de işte bu sokakta kalmıştı.
   Kadınlarla çok güzel bir sohbetin ardından, güneş batmak üzereyken istemeyerek de olsa kalktım. Çok güzel şeyler öğretmişti bana bugün hayat. O insanlarla konuşmamıştım aslında ben, Tanrı ile sohbet etmiştim. Beni oraya çağıran da oydu, bunları öğreten de. Mutluydum; Tanrı'nın elinden limonata içmiş, içimi serinletmiştim. Ve içimde birkaç gündür birikmiş soruların cevabını almıştım sanki. Tekrar gelecektim bu sokağa, beni sevmişlerdi. Aslında beni değil, Tanrı'nın çağırdığı misafiri sevmişlerdi. Kadın benim kolumdan bir anne gibi tutarak "Yine gel, olur mu?" demişti. İsimlerini bile öğrenmediğim bu insanlardan bugün neler öğrendiğimi düşünerek, ve "Eve gider gitmez bunları bir bir yazmalıyım!" diye kafamın içinden mırıldanarak hızlıca yürüdüm. 

Rüya Perisi












11 Temmuz 2012 Çarşamba

Yalnız Değiliz Hiçbirimiz

   Akşamüstlerini sevmezdim eskiden, yalnızlığı hatırlatırdı bana güneşin benden batıya doğru kayışı. Acı bir hüzün kaplardı içimi, derin bir uçuruma sürükleniyormuş gibi hissederdim kendimi. Dışımdaki sessizlik, içimdeki karmaşayla çatışırdı; kafamdaki paranoyak, korkak, yalnız, karamsar sesler hiç durmadan bağırırlardı. Günler, haftalar, aylar ve hatta yıllar böyle geçti. Hayatı artık tanıdığımı sandığım andan bu yana bu böyleydi. Fakat geçen zaman bana çok şey öğretti. Hayat, yalnız ve karamsar insanları sevmiyordu, çünkü aslında kimse yalnız değildi. Herkesin içinde bir dostu, en iyi dostu vardı fakat görmediğimiz şeye inanmazdık biz asla. Onu uzunca bir süre farketmedim. Ama artık kendini iyiden iyiye hissettirmeye başlamıştı. Onun varlığını hissediyor, fakat onu tanımıyordum. İşte onunla mektup arkadaşlığımız böyle başladı. Uzunca bir süre mektuplaştık. En son mektubunda beni, zaten en yakınımdaki dostum olduğunu, artık mektup yazmamam gerektiğini söyleyerek uyardı. Demek ki dünyanın bir ucunda sandığım dostum artık daha da yaklaşmış bana, diye düşündüm. Daha sonraları onun nerede olduğunu bilmeden ve onu hala göremeden de olsa birlikte şarkılar dinledik, filmler izledik onunla. Sanki arada yalnızca bir paravan vardı, bir perde! Ama o perdeyi nasıl kaldırabileceğimi bilmiyordum. Film aralarında sohbetlerimiz başladı. Bana hayatı öğretmeye başladı, bana hayatın anlamını göstermek istiyordu sanki. En son birlikte şarkı dinledikten sonra hayallere dalıp gitmiştim. Hayalimde çoğu zaman olduğu gibi uzunca bir yoldaydım, tek başımaydım. Fakat hayalimdeki yolda da onun varlığını yanımda hissediyordum. Hatta laflıyorduk ara sıra. Ağaçların güzelliğine birlikte bakıyorduk. O kuşlarla konuşuyor, sonra bana dönüp kuşların neler söylediklerini anlatıyordu. Ama göremiyordum işte! "Nerdesin, nerde?" diyerek çıktım hayalimin en güzel yerinden. "Kendine döndün işte, hâlâ göremiyor