13 Temmuz 2012 Cuma

Esma Abla

   Bir şarkıyı üstüste beş kez dinlediğimi farkedip gözlerimi açtığımda yanımdaki uzun ayaklı kitap sehpamın üzerindeki çayım soğumuştu. Oturduğum kahverengi kadife tekli köşe koltuğum sanki rahatsız olmuş gibiydi. Cehennem gibi bir sıcak vardı tüm gün, ve o anda rüzgarın estiğini bile anlayamamıştım. Kafamı pencereye çevirdiğimde yapraklar sanki dinlediğim müziği tekrar tekrar mırıldanıyorlardı. Koltuktan kalktım ve yüzümü yıkamaya gittim. Aynaya baktığımda gözlerim bana "Dışarı çık!" diyorlardı sanki. Ayağıma kolayca giyilen düz beyaz ayakkabılarımı giyip çıktım; çıkmasına çıktım da, nereye gidecektim bilmiyordum. Sağa sola baktım kapının önünde. Tekrar sağa baktım ve yokuş aşağı yürümeye başladım. Kalbimi izleyecektim. Onun hoşuna hangi yol, hangi yön giderse oraya...
   Girmediğim, hiç bilmediğim sokaklar vardı mahallenin aşağısında, o sokakları yaşamak istedim. Yokuşun aşağısına indiğimde ilk sağdaki sokağa girdim. Sokağın sağında ve solunda çirkin binalar vardı; bakımsız ve çiçeksizlerdi. Balkonlarından sarkan çamaşırların renkleri soluktu. Üzüldüm, içimi bir an önce ordan kaçma isteği kapladı. Böyle böyle birkaç sokak daha gezdim. Sokakların isimlerini aklıma kazıdım. Bazı sokakların binaları ilk girdiğim sokağa göre daha güzeldi; bazılarınınki daha bakımsız fakat çiçekli. Anladım ki çiçekler güzelleştiriyorlardı çelimsiz sokakları. Ne kadar yürüdüğümü hatırlamıyorum ama güneş batıya doğru yavaş yavaş kayıyordu. Ayaklarım artık beni taşımak istemiyor gibiydi. Hoş, beni ben de taşımak istemiyordum ya artık... Tam da ayaklarımın isyan ettiği bir anda bir sokağa girdim. Sanki bu sokak masallardan çıkmıştı, gerçek olamazdı. Ya da olsa olsa rüya görüyordum. Balkonlarda asılı olan çamaşırlar bile gözüme o kadar güzel gelmişti ki... Sokağın ismi bile çok hoştu: "Leylak Sokak". Sokakta tatlı bir koku hakimdi. Bütün kapı önlerinde sardunyalar, balkon demirlerinden sarkan rengarenk çiçekler vardı. İleride bir evin kapısı açıktı, hoşlanmadığım halde evin bahçesine doğru kafamı çevirdim. İki tane kadın, masa örtüsü papatyalı yuvarlak bir masada oturuyor, çay içiyorlardı. Benim baktığım yöne baktıkları için görüp gülümsediler. Mutluydum ya, "Afiyet olsun!" dedim en içten samimiyetimin izi olan gülümsememle. Kadınlardan biri "Sağol canım, gel birlikte olsun. Çay içer misin? Bak birazdan limonata getireceğim dolaptan." O an içim kıpır kıpır oldu, hem limonatadan, hem çaydan; ama en çok da kadınların tatlılığından, samimiyetinden. "Teşekkür ederim, çok teşekkürler..." gibi bir şeyler mırıldanıp başımı hayır, rahatsız ederim, manasında salladım. Diğer kadın ayağa kalktı, "İşiniz yoksa gelin, sohbet ediyorduk. Hiç rahatsız etmezsiniz, biz gençlerle sohbet etmeyi çok severiz." dedi. Bahçeye doğru göz gezdirdim, çok güzeldi. Çok zevkli insanlar ancak bu kadar kısıtlı bir alanı böylesine cennet bahçesine çevirebilirlerdi. Kadını daha fazla ayakta bekletmek istemiyordum. "Peki, çok teşekkür ederim." dedim. Girdim, masaya buyur ettiler beni. "Bir şey içmeyeceğim, çok teşekkür ederim, rahatsız olmayın." dedim evin sahibi diye düşündüğüm kadın ayağa kalkmaya yeltenirken. "Aa, olur mu hiç, hem ben limonata getireceğim zaten masaya; kendimiz için de. Soğumuştur artık değil mi?" diye sorarken diğer kadına baktı. Mutfağa giderken diğer kadın da "Nerde oturuyorsunuz kızım?" diye sordu. "Bir iki mahalle yukarıdayım. Bugün canım biraz yürüyüş yapmak istedi, bilmiyorum da buraları pek. Sokağınızı görünce hayran kaldım. Aslında hiç bu kadar meraklı değilimdir ama sizin bahçeden içeri bakarken bu sokaktaki güzel insanlar kimler acaba, diyerek merakla baktım doğrusu. Kusuruma bakmayın."
   Biz bir iki kelam ettikten sonra elinde kristal bir sürahinin içinde görünen buz gibi limonatayla ev sahibesi geldi. Limonatayı bardaklara doldurmasına yardımcı oldum. Konuştuğum kadın buraya geliş nedenimi ev sahibine kısaca özetledikten sonra gülerek "Sokağımızı çok beğenmiş." dedi. Diğeri gülümsedi "Ah kızım, ah! Eskiden çok daha güzeldi, güzeldik. Bir sokağı, bir mahalleyi güzel yapan komşuluktan başka bir şey değildir. Yavaş yavaş hepsi ölüyor işte güzelliklerin. Önce bizim alt sokaktaki komşularımız dağıldı, sonra arka sokak, en son bizim sokak işte. Bizim eskiden toplantılarımız olurdu. Bu mahalle çok eski; televizyonun daha yeni yeni yaygınlaşmaya başladığı yıllarda televizyonu olan evde TRT'nin yayın saatlerinde toplanır dizi izlerdik. Haftada bir kez kitap okuma toplantılarımız olurdu mahallenin kadınlarıyla; bir gün yine birimizin evinde ailecek kahve içilmeye gidilirdi. Yine haftanın bir günü sohbetlerimiz olurdu. Bu sokaktan çok güzel insanlar geçti. Bizim bir Esma ablamız vardı tam şu karşıdaki taş evde oturan, o bize hep örnek oldu. Gözümüze güzellikleri bir bir soktu. Kendi kapısının önünü süpürürdü her gün, süpürürken yan evlerin, hatta bizim evin bile önünü süpürürdü. Bizim bu bahçe var ya, işte onun eseri. Esma abla bizim içimizde çiçekler açtırdı." Kısık sesle devam etti: "Bu sokakta eskiden evlerin içinde bile ses yükselmezdi. Kavga, gürültü olmazdı. Sohbetlerimizde kendimizi, sokağımızı nasıl daha da güzelleştirebiliriz diye konuşurduk hep. Kendi içimizi güzelleştirmekten geçtiğini anladık tüm güzelliklere varan yolun. Kendimizi temizledik, çiçekler ektik kalplerimize; sonra evimizi, ailemizi; sokağa kadar yansıdı işte!" 

   Kadın konuşurken bambaşka bir dünyaya gitmiştim. Farklı bir boyuttaydım. Ne kadar tatlı anlatıyordu öyle! Esma abla'yı merak etmiştim: "Şimdi nerede peki Esma ablanız?" İki kadın aynı anda elleriyle bulutları gösterdi. Esma abla kendine düşen rolü oynamış ve gitmişti. Güzellik tohumları ekmişti insanların kalplerine. İzi de işte bu sokakta kalmıştı.
   Kadınlarla çok güzel bir sohbetin ardından, güneş batmak üzereyken istemeyerek de olsa kalktım. Çok güzel şeyler öğretmişti bana bugün hayat. O insanlarla konuşmamıştım aslında ben, Tanrı ile sohbet etmiştim. Beni oraya çağıran da oydu, bunları öğreten de. Mutluydum; Tanrı'nın elinden limonata içmiş, içimi serinletmiştim. Ve içimde birkaç gündür birikmiş soruların cevabını almıştım sanki. Tekrar gelecektim bu sokağa, beni sevmişlerdi. Aslında beni değil, Tanrı'nın çağırdığı misafiri sevmişlerdi. Kadın benim kolumdan bir anne gibi tutarak "Yine gel, olur mu?" demişti. İsimlerini bile öğrenmediğim bu insanlardan bugün neler öğrendiğimi düşünerek, ve "Eve gider gitmez bunları bir bir yazmalıyım!" diye kafamın içinden mırıldanarak hızlıca yürüdüm. 

Rüya Perisi












Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Yorumlarınız benim için çok değerlidir.