21 Ağustos 2012 Salı


   Sıkıcı bir günün sıkılgan cümleleri gibi dolanıyordu ayaklarını sürüye sürüye evin içinde. Sanki ayakları vücudunu taşıyamıyormuş veyahut sanki herkesin vücudunu ayakları taşırmış da onun vücudu kahrolası ağır ayaklarını taşıyormuş gibi. Sanki vücudunun içindeki ruhu bin ton ağırlığındaymış da sırtı onu taşımak zorundaymış gibi...
   Mutfağa gidiyor, bir bardak su içip geri geliyordu sık sık. Su içmeden geçirdiği bir saat nefesinin daralmasına sebep oluyordu. Birkaç gündür fazlasıyla sıcaktı ve o zaten kışın ortasında bile sürekli su içerdi. Mutfağa gidip geldikçe açık pencereden karşı apartmandaki evlerin sesleri geliyordu kulağına belli belirsiz. Öğleden sonra uyandığında ilk suyunu içmek için mutfağa gidince güzel bir şarkı duydu örneğin. Mutlu biri var diye düşündü; mutlu bir erkeğin dinleyeceği türden bir şarkıydı bu. Dinleyen kişiyi kısaca hayal etti, yaşadıkları için kafasında birkaç saniyelik bir senaryo kurdu. Suyunu içti, gözlerini kapattı, tuhaf bir dinginlikle gülümsedi. Sonra oturma odasına geçip her sabah yaptığı gibi oturdu ve bilgisayarını açtı. Asla farklı bir yere oturmazdı evin içinde. Hep aynı koltuk, hep aynı şekil... Hayatı o kadar alışılmıştı ki. Sık sık mutfağa gidiyor, bir bardak su içip geri geliyor ve yerine oturuyordu. 
   Yine mutfağa gitti ve çatal bıçak sesleri duydu akşam yemeği vaktinde açık pencereden. Karşı apartman çok fazla yakındı; bir çeşit apartman boşluğuydu mutfağın penceresinin baktığı yer. Çoğunluk için veya normal insanlar için akşam yemeği vaktiydi demek. Yine o her zaman düştüğü simsiyah boşluğa düşeceğini hissetti. Hiç normal olmamıştı, uzun zamandır hiç bu saatlerde akşam yemeği yememişti. Aslında arada bir normalliğe özlem duyduğunu zannetse de normal olmayı hiç sevmiyordu; sevemezdi de...
  Gelip tekrar yerine oturduğunda önündeki dizüstü bilgisayarın kapağını hışımla kapattı. Kendine ait eşyalarını hiç önemsemezdi, ne kadar pahalı ya da ne kadar mühim oldukları umurunda bile değildi. Şimdi gözleri karşısındaki duvarda asılı olan mutluluk tablosuna takıldı. Çok sahte geldi bir anda gözüne; ya da ulaşılmaz. "Kedi uzanamadığı ciğere mundar dermiş." diye mırıldandı ve acı acı güldü. Düşünüyordu şimdi, bir çok yeteneği vardı, etrafında onu sevenler ya da seviyor görünenler çok fazlaydı. Bir yerde hata olmalıydı, muhtemelen o hata tamamen kendisindeydi. Hayalini kurduğu hiçbir şey için parmağını bile kıpırdatmayan o idi. Binbir heves ile başladığı birçok şeyi bitirmemişti. Bu dünyaya geliş amacının yalnızca bu dünyaya güzel şeyler katmak olduğuna inanıyordu. Ve kendine de güzel şeyler katmak... Para, mal, mülk, eşya, ihtiras... Hayır hayır, bunların hiçbirini kesinlikle istememişti hiç. Belki de hata tam da buradaydı, istemeli miydi yoksa bunları? Normal insanların -çoğunluk- istedikleri ve çoğunlukla da elde ettikleri şeyler bunlardı. İnsan ne isterse karşısında tam da onu buluyordu. Kendine ait bir şeyi olsun istemedi hiç. Birkaç isteği vardı, fakat o isteklerin içerisinde bile sanki kendisi yoktu. Bu dünyadan ayrılmaya karar verdiğinde bir hiç olarak tamamlanmış olmaktan başka bir şey istemiyordu. Fazlalaşmamalı, eksilmeliydi her seviyede. Kendine şimdiye kadar kattıkları onu eksiltmeye başlamıştı bile. Onun açısından her şey gayet güzeldi aslında bu yönden bakılınca. Fakat normal olmayan insanlara ne yazık ki bu dünyada yer yoktu. Eşleri, dostları, sevdikleri olmazdı; olsa da ona hak veren bir kişi bile bulamazdı etrafında böyle insanlar. Hep haksız olurdu, hep saçma, hep 'zeki ama aklını kullanamayan' bir aptal! Uğraştığı şeyler, düşündüğü ve hatta dilediği her şey aptallığının kanıtları olarak görülürdü. Yaşamayı bilmezdi onlar. 
   "Dünyadaki insanlara bak, herkes bir şeyler yapıyor; işe yarar şeyler. Ya sen? Böyle oturacak mısın hep? Sana hiçbir şey kazandırmayacak, saçma sapan işlerle mi uğraşacaksın hep böyle?"  Bu cümleler aklına kazınmış olurdu böyle insanların. Çünkü neredeyse her gün hemen hemen aynı cümleleri aynı ya da farklı insanlardan -normal insanlar- duyardı.
Bütün bunları düşünürken içinde diğer insanlara karşı kesinlikle öfke hissetmiyordu. Onların anormal olma seçenekleri yoktu çünkü. Belki de haklıydılar. Belki de dünya yalnızca kullanmak için vardı, ama ya sonra?
   Bütün hataları normal dediği ve onların normallikleriyle kendince acıyıp dalga geçtiği insanlara yıkmanın da kendini aklama, vicdanını hafifletme tekniği olduğunu çok iyi biliyordu. Kendine karşı düzenbazlıktı bu ve şimdi, tam şu an kendine samimi olmalıydı. Eğer gerçekten bir zamanlar o çok övündüğü, sevdiklerinin de aklını kullanamadığı için var edemediği zekasını harekete geçirseydi birçok şey elde etmiş ya da dünyaya armağan etmiş olabilirdi. Artık korkmaya başlamıştı kendinden. Bu yaşa gelmiş ve hala bir tek şey var etmemişti. Korkuyordu, belki yakında ölecekti, ölmeden önce yapmayı planladığı hiçbir şeyi yapamamıştı henüz. Kimseye kızmıyordu, kimseye kırılmıyordu; oysa eskiden çok kırılgandı ve çok kırıla kırıla kırılmaması gerektiğini anlamıştı. Aleyhinde arkasından, yüzüne karşı konuşan o kadar çok insan vardı ki eskiden beri; artık yüzsüzmüş gibi karşılıyordu söylenenleri. Hiçbir şey hissetmiyordu duyduklarının karşısında. Kimseye kızmıyor ve kırılmıyordu, kendisi haricinde. Kendine duyduğu kızgınlık, suçluluk, pişmanlık, acıma duyguları birbirine karışıyordu artık böyle zamanlarda. Niçin hala hareket etmiyordu ve boğazında biriken bu zifiri tükürmüyordu hala?   İnsanlara kırılıp ağlayarak "Siz yanlışsınız, siz hatalısınız, siz normalseniz ben değilim!" diye haykırdığı dönemler geride kalmıştı. Belki hala yapabilseydi içindeki o zehir zemberek zifir yumrusunu çoktan atmıştı. 
   Yutkundu. O yumru yutkununca daha derinlere indi. Yine kendine acımıştı. Gözlerinin dolmasına izin vermemek için piyanosunun başına geçti ve tuşlara adeta sever gibi dokunmaya başladı. Tam o anda hayatı gözünün önüne geldi. Yapmak istedikleri, yaptıkları ve yapamadıklarıyla... Başlayıp bitiremedikleriyle... Tuşlara şimdi daha hızlı ve eziyet edercesine basıyordu. Sanki tuşların yerinde kendisi vardı ve tuşları değil kendini harekete geçirmek istiyordu artık. Gözlerini kapattı, kendini hızlıca bir ormanda koşarken hayal etti. Kimse kovalamıyordu onu, o hayatı kovalıyordu. Şimdi bir caddedeydi, araçsız ve tek yöne giden yayaların tam karşısından onları yararak geçiyordu. Durdu aniden, kulağındaki müzik sustu, açmadı gözlerini ve caddenin üzerinde yayaların gittiği yönün tersinde durdu. Onlar acele ediyordu, bir yerlere yetişmeliydiler. Ama o durdu öylece, tam ortada. Sonra yavaş yavaş tuşlara dokunmaya başladı yeniden, okşar gibi; bir babanın küçük kızına duyduğu sevgi gibi o da hayata öyle bir sevgi duyuyordu tam şu an, burada; ya da caddede. Nerde hissediyorsa orada ve o an. An denen sonsuz zamana minnetini gösteriyordu. Yürüyordu şimdi, yavaş, yavaş, daha da yavaş... Gözlerini caddede kapattı, dönmeye başladı. Kafasını evin tavanına dikmiş minnet ve anne sevgisi hisleri içinde öylece duruyordu. Bu besteye bir son yazmak lazımdı artık. 
    Mutfağa gitti, bir bardak buz gibi suyu buzdolabından çıkarıp bardağına doldurdu. Pencereye yaklaştı, perdeyi sanki birini yakalayacakmış gibi şak diye açtı ve karşı apartmandan gelen sesleri dinledi. Bir genç kız ışığı kapalı odanın camında bir yandan telefonda sevdiğiyle konuşuyor, bir yandan gizli gizli sigara içiyor ve bir yandan da sütsüz, az şekerli kahvesini karıştırıyordu. Ya da tamamen öyleydi.

Rüya Perisi

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Yorumlarınız benim için çok değerlidir.